CUMHURİYETİN İLANI VE BEDİÜZZAMANIN CUMHURİYET HAKKINDAKİ FİKİRLERİ: 29 EKİM 1923
*
Evvela belirtmeliyiz ki, İslâmın tavsiye ettiği belirli bir devlet şekli yoktur. Devletin iş-lerinin yürütülebilmesi için öngördüğü bir şûrâ meclisi vardır. Devlete ait önemli işlerin bir danışma meclisinde karara bağlandıktan sonra yürütülmesini emreden Kuran âyetleri ve hadisler, gayet kesin ve açıktır. Hz. Peygamber ve râşid halifeler devrinde bu esas uygu-lanmıştır. İslâm hukukçuları, şûrâ meclisinin kurulmasının devlet başkanı için kesin bir görev mi yoksa tavsiye edilen bir esas mı olduğunda fikir ayrılığı içindedirler. Tarih içinde bazı sultan ve halifelerin bu esasa uymadığı göz önüne alınarak, kesin dinî bir görev olma-dığı düşüncesi yerleşmiştir. Ancak Kuranın bu müesseseye verdiği önem ortadadır.
*
Son olarak İslâm hukukunda ve eski Türk devletlerinde şûrâ meclisinin vasfı yani dev-letin şekli üzerinde de durmak istiyoruz. Yapılan araştırmalar, mevcut devlet şekillerinden hiçbirinin İslâmın öngördüğü devlete tam olarak uymadığını göstermektedir. Monarşik devlet şekillerinde hâkimiyet tek şahısda, cumhuriyet idarelerinde bir heyette kendini gös-termektedir. İslâmda ise hâkimiyet sadece Allaha aittir. Ancak, Halife veya Sultan, Allahtan aldığı hâkimiyetin temsilcisi değildir; belki İslâm milletinin vekili durumundadır.
*
Hâkimiye-tin kaynağı ilahî irâde olduğundan, sultan şerî hukuka aykırı hareket edemeyecektir. Ettiği takdirde kendisine temsil yetkisi veren Müslümanlar onu görevden alabilecektir. Osmanlı Padişahlarının halında mutlaka fetvâya başvurulmasının sebebi budur. Halife veya sultanın, hâkimiyeti Allahtan doğrudan değil halk vasıtasıyla almış sayıldıkları için, İslâmî devlete ba-tıdaki anlamıyla teokratik bir devlet nazarıyla bakılamaz. İslâmda halkın iradesinin üstünde ilahî irade bulunduğundan, halkın kendi irâdesi ile kendisini yönettiği cumhurî devlet şekli de buna tam uymamaktadır. İslâm hukukunda meşrûiyet önemlidir. Eğer halkın iradesi meşrû ise, o zaman İslâmî devlet söz konusudur. Yapılan izahlar karşısında, İslâm hukuku-nun belli bir devlet şeklini öngörmediğini, ancak koyduğu prensipler ve hâkimiyet anlayışı-nın dindar bir cumhuriyet olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten râşid halifeler, hem bir halife hem de dindar bir cumhuriyet reisiydiler.
*
İslâm hukukunun anladığı manada ideal devlet, sadece Râşid Halifeler zamanında gö-rülmüştür. Daha sonra zikredilen vasıfları taşıyan ideal bir devlet gelmemiştir. Ancak ideal olmasa da Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar da birer İslâmî devlettirler. Hem Selçuklu hem de Osmanlı devlet idaresini (Meşrûtiyetin ilânına kadar) kayıtsız şartsız mutlak bir monarşi olarak vasıflandırmak mümkün değildir. Zira mutlak monarşide hâkimiyet hüküm-dardadır ve hükümdar mutlak monarşide hiçbir bağlayıcı kurala bağlı değildir. Hâlbuki baş-ta Osmanlı Padişahları olmak üzere, bütün Müslüman Türk sultanları, şerî şerif denilen hu-kuk ile kayıtlıdır ve asıl hâkimiyet sahibi olan Allaha ve onun kanunlarına karşı manen de olsa sorumludur.
*
Bütün bu izahlardan sonra asıl konuya geçebiliriz:
*
Cumhuriyet'in ilanı, milletin yönetilme şeklinin belirlenmiş olduğu, Mustafa Kemalin siyasî hedeflerinden bir tanesidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) 29 Ekim 1923'te ortaya çıkan kabine bunalımı sonucunda, bu yönetim şeklinin kusurları açıkça dil-lendirilmeye başlanmış ve 29 Ekim'de Anayasanın ilgili maddeleri değiştirilerek, ülkenin yönetim şekli cumhuriyet olarak belirlenmiştir.
*
23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılışı ile Millî Hâkimiyete dayalı yeni bir devlet kurulmuştur. Ancak Kurtuluş Savaşı devam ederken, millî birlik ve beraberliğin bozulmaması için rejimin adı konulmamıştır. Osmanlı'da saltanatın kaldırılmasının ve Lozan Antlaşması'nın ardından TBMM'de en çok tartışılan konulardan biri, yeni devletin vasfıydı.
*
Mustafa Kemal Paşa`nın tavsiyesi ile 27 Ekim 1923'te Ali Fethi Okyar Bey başkanlığın-daki hükümetin istifası ve Cumhuriyet Halk Fırkası (Müdafaa-i Milliye) grubunun yeni hükûmet listesi üstünde anlaşmaya varamaması üzerine Mustafa Kemal, 28 Ekim gecesi arkadaşlarını toplayarak meselenin gerçek çözümüyle ilgili düşüncesini açıkladı ve İsmet İnönü'yle o gece, devletin vasfının Cumhuriyet olduğunu öngören bir kanun tasarısı hazır-landı.
*
Bedîüzzaman hiçbir zaman Cumhuriyet nizamına karşı çıkmamıştır; ancak onun taraftar olduğu dindar cumhuriyettir. Nitekim 1935 Eskişehir Ağır Ceza mahkemesinde yargılandı-ğında Cumhuriyet düşmanı olarak itham edilince verdiği cevap ortadadır:
*
Orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?
*
Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O za-man şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tane-lerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.
*
Sonra dediler: Sen selef-i sâlihîne muhalefet ediyorsun?
*
Cevaben diyordum: Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere'ye ve Sahabe-i Kiram'a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adâleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı din-dar cumhuriyetin reisleri idiler.
*
İşte ey müddeiumumî ve mahkeme a'zaları! Elli seneden beri bende olan bir fikrin aksiy-le, beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki; lâik mana-sı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturu
*
Evvela belirtmeliyiz ki, İslâmın tavsiye ettiği belirli bir devlet şekli yoktur. Devletin iş-lerinin yürütülebilmesi için öngördüğü bir şûrâ meclisi vardır. Devlete ait önemli işlerin bir danışma meclisinde karara bağlandıktan sonra yürütülmesini emreden Kuran âyetleri ve hadisler, gayet kesin ve açıktır. Hz. Peygamber ve râşid halifeler devrinde bu esas uygu-lanmıştır. İslâm hukukçuları, şûrâ meclisinin kurulmasının devlet başkanı için kesin bir görev mi yoksa tavsiye edilen bir esas mı olduğunda fikir ayrılığı içindedirler. Tarih içinde bazı sultan ve halifelerin bu esasa uymadığı göz önüne alınarak, kesin dinî bir görev olma-dığı düşüncesi yerleşmiştir. Ancak Kuranın bu müesseseye verdiği önem ortadadır.
*
Son olarak İslâm hukukunda ve eski Türk devletlerinde şûrâ meclisinin vasfı yani dev-letin şekli üzerinde de durmak istiyoruz. Yapılan araştırmalar, mevcut devlet şekillerinden hiçbirinin İslâmın öngördüğü devlete tam olarak uymadığını göstermektedir. Monarşik devlet şekillerinde hâkimiyet tek şahısda, cumhuriyet idarelerinde bir heyette kendini gös-termektedir. İslâmda ise hâkimiyet sadece Allaha aittir. Ancak, Halife veya Sultan, Allahtan aldığı hâkimiyetin temsilcisi değildir; belki İslâm milletinin vekili durumundadır.
*
Hâkimiye-tin kaynağı ilahî irâde olduğundan, sultan şerî hukuka aykırı hareket edemeyecektir. Ettiği takdirde kendisine temsil yetkisi veren Müslümanlar onu görevden alabilecektir. Osmanlı Padişahlarının halında mutlaka fetvâya başvurulmasının sebebi budur. Halife veya sultanın, hâkimiyeti Allahtan doğrudan değil halk vasıtasıyla almış sayıldıkları için, İslâmî devlete ba-tıdaki anlamıyla teokratik bir devlet nazarıyla bakılamaz. İslâmda halkın iradesinin üstünde ilahî irade bulunduğundan, halkın kendi irâdesi ile kendisini yönettiği cumhurî devlet şekli de buna tam uymamaktadır. İslâm hukukunda meşrûiyet önemlidir. Eğer halkın iradesi meşrû ise, o zaman İslâmî devlet söz konusudur. Yapılan izahlar karşısında, İslâm hukuku-nun belli bir devlet şeklini öngörmediğini, ancak koyduğu prensipler ve hâkimiyet anlayışı-nın dindar bir cumhuriyet olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten râşid halifeler, hem bir halife hem de dindar bir cumhuriyet reisiydiler.
*
İslâm hukukunun anladığı manada ideal devlet, sadece Râşid Halifeler zamanında gö-rülmüştür. Daha sonra zikredilen vasıfları taşıyan ideal bir devlet gelmemiştir. Ancak ideal olmasa da Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar da birer İslâmî devlettirler. Hem Selçuklu hem de Osmanlı devlet idaresini (Meşrûtiyetin ilânına kadar) kayıtsız şartsız mutlak bir monarşi olarak vasıflandırmak mümkün değildir. Zira mutlak monarşide hâkimiyet hüküm-dardadır ve hükümdar mutlak monarşide hiçbir bağlayıcı kurala bağlı değildir. Hâlbuki baş-ta Osmanlı Padişahları olmak üzere, bütün Müslüman Türk sultanları, şerî şerif denilen hu-kuk ile kayıtlıdır ve asıl hâkimiyet sahibi olan Allaha ve onun kanunlarına karşı manen de olsa sorumludur.
*
Bütün bu izahlardan sonra asıl konuya geçebiliriz:
*
Cumhuriyet'in ilanı, milletin yönetilme şeklinin belirlenmiş olduğu, Mustafa Kemalin siyasî hedeflerinden bir tanesidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) 29 Ekim 1923'te ortaya çıkan kabine bunalımı sonucunda, bu yönetim şeklinin kusurları açıkça dil-lendirilmeye başlanmış ve 29 Ekim'de Anayasanın ilgili maddeleri değiştirilerek, ülkenin yönetim şekli cumhuriyet olarak belirlenmiştir.
*
23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılışı ile Millî Hâkimiyete dayalı yeni bir devlet kurulmuştur. Ancak Kurtuluş Savaşı devam ederken, millî birlik ve beraberliğin bozulmaması için rejimin adı konulmamıştır. Osmanlı'da saltanatın kaldırılmasının ve Lozan Antlaşması'nın ardından TBMM'de en çok tartışılan konulardan biri, yeni devletin vasfıydı.
*
Mustafa Kemal Paşa`nın tavsiyesi ile 27 Ekim 1923'te Ali Fethi Okyar Bey başkanlığın-daki hükümetin istifası ve Cumhuriyet Halk Fırkası (Müdafaa-i Milliye) grubunun yeni hükûmet listesi üstünde anlaşmaya varamaması üzerine Mustafa Kemal, 28 Ekim gecesi arkadaşlarını toplayarak meselenin gerçek çözümüyle ilgili düşüncesini açıkladı ve İsmet İnönü'yle o gece, devletin vasfının Cumhuriyet olduğunu öngören bir kanun tasarısı hazır-landı.
*
Bedîüzzaman hiçbir zaman Cumhuriyet nizamına karşı çıkmamıştır; ancak onun taraftar olduğu dindar cumhuriyettir. Nitekim 1935 Eskişehir Ağır Ceza mahkemesinde yargılandı-ğında Cumhuriyet düşmanı olarak itham edilince verdiği cevap ortadadır:
*
Orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?
*
Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O za-man şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tane-lerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.
*
Sonra dediler: Sen selef-i sâlihîne muhalefet ediyorsun?
*
Cevaben diyordum: Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere'ye ve Sahabe-i Kiram'a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adâleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı din-dar cumhuriyetin reisleri idiler.
*
İşte ey müddeiumumî ve mahkeme a'zaları! Elli seneden beri bende olan bir fikrin aksiy-le, beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki; lâik mana-sı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturu
Cumhurİyetİn İlani ve bedİüzzamanin cumhurİyet hakkindakİ fİkİrlerİ: 29 ekİm 1923
Aucun commentaire:
Enregistrer un commentaire